|
KAZIM KOYUNCU
“Ne kadar eksik gidersek, hayatta yapacak o kadar çok şey bırakırız”
Kumral bir çocuğun yaz öyküsü bu; şarkılarla geçti aramızdan... Yaşamak istiyordu sadece, kendi savaşları uğrunda. Fakat şairin “Haziran’da Ölmek Zor” sözünü doğrularcasına, bir Haziran günü “İşte gidiyorum” dedi. Oysa “Sevduğum senun aşkın ciğerlerumi dağlar, hiç mi duşunmedun sen sevduğun boyle ağlar”...
Şair ceketli çocuk, dağların çocuklarına selam götüren denizin hırçın çocuğu Kazım Koyuncu, 7 Kasım 1971’de güneşin Karadeniz’de ilk görüldüğü yer olan Hopa’da, bugünkü adı Yeşilyurt olan P’anç’ol köyünde dünyaya gelir. 6 kardeşten 5’incisi olan Kazım’ın çocukluğu üstadım dediği Kemençeci Yaşar lakaplı Yaşar Turna’nın kucağında türküler dinleyerek geçer. Bir röportajında “Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim” diyen Kazım, babası nedeniyle erken yaşta solculuk ile tanışır. 1960’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluş dönemlerinde partililerle tanışmış olan babası Cavit Koyuncu, bakkalını öğrencilerin kitap-gazete okuma yeri haline getirir. 12 Eylül darbesinden sonra babası ve köyün öğretmenleri tutuklandığında 10 yaşında olan Kazım, bu şekilde sistemin gerçeğini daha net görür.
Kazım’ın hayatında çok önemli bir yere sahip olan babası oğluna ortaokul birinci sınıftayken bir mandolin alır, sormadan Kazım’ı kursa yazdırır. Mandolin ile müzik yaşamına ilk adımlarını atan Kazım, ardından amcasının Almanya’dan getirdiği gitarın tellerindeki kokuya aşık olur. Yine lise yıllarında anseklopilerde keşfettiği Fransız şairlerden Charles Baudelaire ve Arthur Rimbaud’dan çok etkilenir, dünya klasiklerinden de okunmamış kitap bırakmaz. 1989 yılında Karadeniz’den çıkıp, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumak üzere İstanbul’a gider. Çağdaş Sanat Atölyesi’nin etkinliklerinde yer alır, Çağdaş Oyuncular’ın sahneye koyduğu ‘Faşizmin Korku ve Sefaleti’ adlı oyunun müziklerini yapar. 1991 yılında arkadaşları ile ‘Dinmeyen’ isimli ilk müzik grubunu kurar. Elektronik enstrümanlar kullanarak, daha çok protest müziğini yapan grupla bir yandan çalışmaya devam eden Kazım, 1993 yılında arkadaşları ile Lazca “Denizin Çocukları” anlamına gelen Zuğasi Berepe grubunu kurar. Kazım’ın müzik hayatında bir dönemeç olan Zuğasi Berepe aynı zamanda Türkiye’deki ilk Lazca müzik yapan rock grubu. Kazım Zuğasi Berepe’nin önemini şu şekilde dile getirir: “Hiçbir şey düşünmeden Lazcayı keşfetmeye, keşfettiğimiz dille de müziği sonuna kadar özgür bırakmaya başladık. (...) Bizim bir amacımız vardı. Sadece Lazcayı korumak değil, yaşamaktı, yaşarken de bir şeyleri ifade etmekti.”
Kazım 1993 yılında üniversiteyi bırakır. Zaten ilk senesinden sonra derslerden çok kendini müziğe verir. Bu kararını şu şekilde açıklar: “Zor dönemler, o okulu bitirip kaymakam falan olacaksın ya da kendi istediğiin işi yapacaksın. Ama hep soru işaretleri olacak, sonu nereye varacak? Bu tercihlerden soru işaretli olanını tercih ettim.” Zuğasi Berepe 1995’te ‘Va Mişk’unan - Bilmiyoruz’ albümünü çıkarır. Bir yıl sonra ise Dinmeyen’in ilk ve tek albümü olan ‘Sisler Bulvarı’ adlı çalışma çıkar ve çok geçmeden grup dağılır. Zuğasi Berepe grubu 1997 yılında Med Tv’de canlı verilen konser kaydını disk olarak çoğaltır ve ‘Bruxel Live’ ismiyle 135 adet çıkarır, bu şekilde bir sene sonra çıkacak ‘İgzas - Gidiyor’ albümünün finansmanının bir kısmı karşılanır.
Kazım 1998’te gruptan ayrılma kararını alır ve solo çalışmalar üzerinde yoğunlaşır. 2004’te yaşamının yitiren, Grup Yorum’un eski elemanı Tuncay Akdoğan’ın ‘Serüvenciler’ grubunun kuruluş aşamalarına katılan Kazım, 2000 yılında Salkım Söğüt dizisinin ikincisinde daha sonra kendisiyle neredeyse özdeşleşen Megrelce ‘Didou Nana’ şarkısını, Lazca ‘Golas Empua Yulun’ türküsü ve ‘Dağlarda Kar Sesi Var’ türküsü ile yer alır. 2001’de etnik müziğe yönelir ve ilk solo albümü olan Viya’yı çıkarır, bu albümde Lazca, Gürcüce, Hemşince anonim şarkılar ve Laz sanatçı Hasan Xelimişi’nin eserlerini söyler. Dünya dilleri arasındaki yerini kaybetmekle yüz tutmuş Karadeniz dillerine sahip çıkma gayreti içinde olan Kazım, ülkedeki dil zenginliğine karşı sevdasını ise şu şekilde ifade eder: “Türkçe’yi ben seviyorum. Lazca başka bir yerrde duruyor, ama etnik müzik çok tahrik ediyor beni. Özellikle Karadeniz müziği ve Kürt müziğini de severim, ritm altyapısına baylırım.” Modern denemeleri etnik enstrümanları da kullanarak yapmayı seven Kazım, öz itibariyle Karadeniz vurgusunu ortaya koymayı esas alır. Viya albümüyle Karadenizlilerle henüz tam bir bağ kuramasa da, üniversite öğrencileri ve muhalif kesimlerle buluşur.
Ardından Kanal D televizyonunda yayımlanan “Gülbeyaz” adlı televizyon dizisinin müziklerini yapar. 2004 yılında çıkan ‘Hayde’ albümü ile de Karadeniz vurgusunu gerçekleştirir, bu albümde Karadeniz’in tüm kültür ve renklerini yansıtmaya çalışır. Ve bu albümüyle Karadenizlilerle güçlü bir bağ kurmayı başarır. Artık konserden konsere koşan Kazım, o dönem yaşadığı duyguları şu şekilde dile getirir: “Henüz tam olarak yapmak istediklerimi yapamadım, ama biraz bildiğimiz şeyleri bozan, biraz statükoyu parçalayan, biraz ezberlerini bozan işler yapmayı çok istiyorum.” Bu albümü hazırladığı dönemde Kemal Sahir Gürel ile birlikte “Sultan Makamı” adlı televizyon dizisinin müziklerini de yapar.
Demokratik kitle örgütlerinin düzenlediği konserlere, dayanışma amaçlı etkinliklere sık sık katılan Kazım, müzik çalışmalarının yanısıra ülkedeki toplumsal olaylara karşı her zaman duyarlı bir duruş içinde olur, toplumsal mücadele içindeki yerini alırken çevre hareketine ayrı bir önem verir. Kapitalizme, egemen sisteme ve popüler kültüre yönelik tavrıyla, Artvin ve Bergama’da siyanürle altın aramalara, Akkuyu’daki nükleer, Gökova’daki termik, Fırtına Vadisi’ndeki hidroelektrik santrallere, Samsun-Sarp Sahil Yolu Projesi’ne karşı sesini yükseltir, vicdani red hakkını savunur, savaşa karşı düzenlenen birçok etkinlikte şarkılarıyla yer alır.
Ekolojik konulara ayrı bir duyarlılık göstermesinin bir sebebi de var. Kazım’ın hırçın çocuğu olduğu Karadeniz bölgesinin verimli toprakları Ukrayna’da bulunan Çernobil nükleer santralinin doğu reaktörü 26 Nisan 1986’da patlar, bunun sonucu olarak radyasyon Karadeniz’e kadar yayılır, bölgede kanser hastalığı büyük artış gösterir. Ve “en büyük fobim” dediği kanser Kazım’ı da bulur. 2004 yılının sonlarında testis kanseri teşhisi konulur Kazım’a, ancak büyük bir kararlılıkla hastalıkla mücadele eder. Gördüğü kemoterapiden saçlarının tamamen dökülmesini beklemeden kendisi kestirir, grubundaki dostları da aynı şekilde saçlarını kestirip, arkadaşları ile birlikte olduklarını gösterirler. Tedavisi sırasında yine konserden konsere, panelden panele koşar, “Bundan sonra da hayatım ve sağlığım nereye giderse gitsin, daha gıcık, illet, muhalif, deli bir herif olmaya devam edeceğim” der.
“Yüz sene daha yaşasam, yapsam, hep yapsam yine eksik gideceğiz. Ne kadar eksik gidersek, hayatta o kadar çok şey bırakırız” diyen Kazım, henüz 33 yaşındayken 25 Haziran 2005 günü tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirir, kendini Karadeniz’in özgür dalgalarına bırakır. Binlerce seveni tarafından Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’ndan törenle memleketine uğurlanır, doğduğu topraklara emanet edilir. Ölümünden sonra üçüncü solo albümü olan ‘Dünyada Bir Yerdeyim’ çıkar, albümde yer alan şarkılar bir başka anlam kazanır; ‘Ayrılık Şarkısı’ bir veda şarkısına dönüşür. Kazım, müzik hayatının ilk albümü olan ‘Va Mişkunan’ın kapağında hayata ve hayatına dair en anlamlı sözleri yine kendi kaleminden yazar: “Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar’a, ateş hırsızlarına, Ernesto “Ç’e” Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama herşeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”
Bugün 15 ziyaretçi (20 klik) kişi burdaydı!
|